Plazma hücreleri doku (üst solunum ve gastrointestinal sistem
mukozası) ve lenforetikuler sistem organlarında (kemik iliği,
lenf bezi, karaciğer) bulunmakta ve bunlardan plazma hücreli
neoplaziler adı altında neoplaziler gelişmektedir
5. Plazma
hücreli tümörler B-lenfositlerinden köken alan,
immunglobulin sentezleyen plazma hücrelerinin
proliferasyonu ve birikimi sonucu gelişen tümörlerdir
3.
Plazma hücreli tümörler ABD'de yılda 3-4/100000 oranında
görülmekte
5 ve tüm kanserlerin yaklaşık %1'ini oluşturmaktadır
5. Plazma hücreli neoplazmların histolojik olarak
birbirlerinden ayrımı mümkün değildir
4. Ayırıcı tanı klinik,
radyolojik ve laboratuar tetkikleriyle yapılmakta, tedavi
seçimi, tedavi plan ve prognoz tayininde önem taşımaktadır.
Olgumuz da bu nedenlerden dolayı tedavi seçim ve planını
belirleyebilmek amacıyla ayrıntılı incelemeler yapılmıştır.
Prognozu belirleyen en önemli faktör hastalığın mültipl
myeloma dönüşmesidir
6. Ekstrameduller plazmositomlar
plazma hücreli neoplaziler içinde en iyi prognoza sahip tümörlerdir
5. Lokal nüks %10'dan az, bölgesel yineleme 10 yılda % 15 den daha azdır, ancak hastaların % 10-40'ı zamanla
multipl myeloma progrese olmaktadır
5. Bu oran
soliter kemik plazmositomda % 58'dir. Soliter plazmositom
sıklıkla kosta ve vertebraların posterior elemanlarında görülme
eğilimindedir. Tuttuğu kemikte ekspansiyon yaratır.
Olgumuzda da benzer lokalizasyon bulguları saptandı.
Multipl myelom ise prognozu en kötü ve ölümle sonuçlanan
plazma hücreli neoplazidir. Lokal rekürrens veya yaygın
hastalık orjinal lezyon tedavi edildikten yıllar sonra bile
görülebilir. Hastamız multipl myelom yönünden araştırılmış,
yetersiz tanı kriterleri olması nedeniyle medüller
plazmositom tanısı almıştır. Multipl myelom gelişimi açısından
takip programına alınmıştır.
Plazma hücre hastalıkları olarak bilinen bu hastalıklarda
monoklonal Ig sentezlendiği özellikle de multiple
myelomda M komponentinin %60 IgG , %25 IgA, nadiren de
Ig M özelliğinde olduğu belirtilmektedir7. Olgumuzda da
saptanan monoklonal Ig'nin çoğunluğunu IgG komponentinin
oluşturduğu tespit edildi.
Paraneoplastik periferal nöropatiler bazı durumlarda
heterojen özellikte görülebilir. Polinöropati ve tümör arasındaki
ilişki net olarak gösterilmiştir. Kanserli olgularda görülen
nöropatiler genellikle tedavi yan etkileri, metabolik bozukluklar,
leptomeningeal metastaz veya tümör hücrelerinin
doğrudan invazyonu gibi nedenler ile ortaya çıkmaktadır8.
Paraneoplastik polinöropati tanımlanmasına karşılık olarak
gelişen nöropatilerdeki durum, kanser hücresi ve periferal
sinir sistemindeki yaygın olarak bulunan antijenler ile reaksiyona
giren antikorlarla ilişkilidir9. Antigangliosid antikorlar
immuno blot ve ELISA ile tespit edilir. Antigangliosid
antikorlar başlıca IgM anti-GM1 tipindedir. Ancak bu antikorların
sağlıklı kişilerde de bulunabildiği ayrıca varlığının
nöropatinin derecesi ile ilintili olmadığı bildirilmektedir.
Antoine ve arkadaşları antiganliosid antikorların genellikle
paraneoplastik polinöropatilerin temel immunolojik belirteçleri
olmadığını bildirmişlerdir10. Çoğu paraneopastik
antijen hücrede sitoplazmada ya da nukleus'ta lokalizedir.
Bunlara reaktif olarak geliştiği düşünülen antikorların (anti-
Yo, anti-Hu, anti-Ri) patojenik rolü gösterilememiştir. Bu
tablolarda paraneoplastik antikorlar T lenfosit aktivasyonunun
bir göstergesi niteliğinde değerlendirilmektedir.
Nöropatiler ile en sık ilişkili olan antikor anti-Hu antikorudur
ve başlıca sensoriyel nöropatiler ile ilişkilidir. Özellikle Hu
antikoru pozitif olgularda duysal nöropatiye sıklıkla eşlik
eden miyelit ön boynuzu da etkileyerek motor ileti incelemelerinin
de ileri derecede bozulmasına sebep olabilir11.
Anti-CV2 antikoru sensoriyel veya sensorimotor nöropatiler
ile ilişkilidir, daha az sıklıkta görülmektedir. Genellikle
nöropati tümörün tedavisiyle düzelmektedir9. Olgumuzda
da benzer şekilde paraneoplastik antikor paneli negatif olarak
değerlendirildi. Tümörün tedavisi sonrasında klinik olarak
şikayetleri gerilemekle birlikte elektrofizyolojik olarak anlamlı
değişiklikler görüldü.
Periferik nöropatilerdeki periferik sinir tutulumu
malignitenin hem direkt hem de daha nadir olan uzak etkisine
bağlı olarak görülebilir12. Johnson ve arkadaşları 1979
yılında periferik sinir gövdelerinin tutulumunda kanserin
uzak etkisinin olabileceğini ortaya koymuşlardır13. Ancak
periferik sinir gövdelerinin tutulumundaki mekanizmalar
henüz kesinleşmemiştir. Monoklonal paraproteinemi olgularında,
periferik sinirin tutulumunda patolojik
immünglobulinin rolünü tespit etmek için yeni deneysel
çalışmaların gerekli olduğu düşünülmektedir14. Karsinoma
ile ilişkili olarak %47 oranında sensoriyel nöropati, %1.7 Guillain Barre Sendromu, %10 mononöritis multipleks ve
%4.5 ise aksonal polinöropati gelişebildiği bildirilmektedir15. Sensorimotor nöropatinin ise monoklonal gamapati,
multipl myelom, POEMS sendromu, Waldenström
makroglobulinemisi gibi plazma hücresi diskrazilerine sıklıkla
eşlik edebildiği bildirilmektedir7. Monoklonal gamopati
saptadığımız olgumuzda da literatür bilgisiyle uyumlu şekilde
sensorimotor mikst tipte aksonal tutulumun daha belirgin
olduğu polinöropati saptandı.
Paraneoplastik sendromların çoğunda olduğu gibi
paraneoplastik periferal nöropatili olgularda immünolojik
etyoloji rol oynamasına rağmen, immünoterapi sonuçları
hayal kırıklığı yaratmaktadır. Antijenin sitoplazmik yada
nükleer olduğu paraneoplastik sendromların büyük bölümünde,
sinir sistemi disfonksiyonu olasılıkla antikorların hedef
reseptör yada kanalla etkileşimi yoluyla oluşmamaktadır.
Hücre yüzey antijenlerine yönelik antikorların var olduğu
tablolar bunun dışındadır, çünkü bu durumlarda antijenler
antikorlar tarafından erişilebilir lokalizasyonlardadır. Bu
durum LEMS ve paraneoplastik serebellar sendrom için
geçerlidir. Hücre yüzey reseptörlerine yada membran antijenlerine
yönelik antikorların saptandığı hastalıklar için önerilen
immünoterapiler plazma değişimi, immünadsorbsiyon,
steroid ve IVIg şeklindedir16. İntrasellüler hedef antijen
saptanan yada güçlü bir hücresel immün reaksiyon bulunan
hastalarda plazma değişimi ve immünadsorbsiyon tedavilerinin
yararlı sonuçlar vermesi beklenmemektedir. Bu tür vakalarda
efektör T hücre fonksiyonlarını ve aktivasyonunu modüle
edecek tedaviler daha mantıklı görünmektedir. Ancak
günümüze kadar steroid, siklofosfamid yada IVIg gibi tedavilerin
yada diğer immünsupressif tedavilerin anlamlı bir etkileri
gösterilebilmiş değildir17,18. Bu nedenle,
paraneoplastik sendromlarda tedavinin amacı; tümörü kontrol
altına almaktır.
Plazma hücreli tümörler nadir bir antite oldukları için
kesin tedavi protokolünü belirlemek için yapılmış istatistiki
olarak anlamlı büyük serileri içeren bir çalışma yoktur.
Plazmoproliferatif hastalıklara karşı en etkili ajanlardan birisi19 melfelan olarak bildirilmektedir. Olgumuzda da bu
tedaviye yanıt alındı. Anti-tümör tedavinin paraneoplastik
sendrom tablosunu durdurduğu ve hastanın durumunda iyileşmeye
yol açtığı gösterilmiştir. Olgumuzda da bu nedenler
ile plazma hücreli tümör tespit edildikten sonra tümöre yönelik
uygun doz ve sürede kemoterapi uygulandı. Olgunun
takiplerinde nöropati tablosunun klinik ve elektrofizyolojik
olarak düzeldiği gözlendi.
Sonuç olarak kemik iliğinden köken alan plazma hücreli
tümörlerin ilk olarak polinöropati kliniği oluşturması çok
nadirdir. Bu olguda akut-subakut başlayıp hızlı progresyon
gösteren mikst tip polinöropatinin bir paraneoplastik sendrom
olduğu belirlenmiştir. Paraneoplastik sendromlarda tanı
doğrulandıktan sonra etkin tümör tedavisi ve immünsüpresif
tedavi aşamalarına geçilir. Bu olgu vasıtasıyla akut başlangıçlı
ve hızlı progresif polinöropatilerin ayırıcı tanısında
paraneoplastik süreçlerin dikkatle gözden geçirilmesi gerektiğine
ve malignitenin erken tanı ve tedavisinin önemine
dikkat çekilmiştir.
Not
Hasta görüntülerinin ve klinik bilgilerinin kullanılması konusunda
bilgilendirildi. Hastadan "Bilgilendirilmiş olur" alınmıştır.