Karbontetraklorür (CCl
4) renksiz, berrak ve hızlı
buharlaşabilen, kararlı, apolar molekül yapısına sahip,
organik bir çözücüdür
1,2. CCl
4 endüstriyel alanlarda,
pestisit ürünlerinde, petrol ve yağ ürünlerinde organik
çözücü olarak kullanılır. Tekstil ve kimya fabrikalarında,
böcek ilaçlamalarında, atık merkezinde ve kuru
temizleme sektöründe çalışan insanlarda CCl
4’e maruziyetin
arttığı bildirilmiştir
2,3. CCl
4 en fazla soluma yoluyla olmak üzere, ağız ve deri yoluyla vücuda girer.
Vücuda CCl
4 girişinin ortalama günlük 0,1 μg olduğu
tahmin edilmektedir. ABD Çevre Koruma Dairesi
(EPA), CCl
4’ü insan için kansere neden olabilen grup
B2 sınıfı ajanlara dahil etmiştir
4. CCl
4 zehirlenme
belirtileri emilimi takiben hemen ortaya çıkar. Zehirlenme
belirtileri doza ve maruz kalınan süreye bağlı bir
şekilde değişiklik gösterir. Merkezi sinir sisteminin baskılanmasına, vücutta dengesizliğe, uyuşukluğa, sersemliğe ve baş dönmesine neden olabilir
5.
CCl4’ün yıkımı sonucu açığa çıkan reaktif bileşikler hedef moleküllere bağlanır, bu moleküller de primer ya da sekonder ilişki yoluyla lipid peroksidasyon, reaktif oksijen türleri (ROT) oluşumu, GSH/GSSG oranında değişiklikler oluşturup toksisite meydana getirir 6. CCl4 maruziyetinin devamlılığı, serbest radikallerin salınımı aracılığıyla karaciğer dokusunda toksisite oluşturmaktadır. Karaciğerdeki toksisite sonucunda histopatolojik olarak balonlaşma dejenerasyonu, komşu hepatosit yağ başkalaşımı, hücre iltihabı, santral ven etrafına lokalize lenfosit ve Kupffer hücre infiltrasyonu ve nekroz gözlenir. Kupffer hücreleri; proinflamatuar sitokin, tümor nekrozis faktör-α (TNF-α) ve interlökin 1h (IL-1h) üretimine neden olur. Ve bu sürecin devamlılığı sonucunda karaciğerde fibrozis ve siroz oluşabilir. Literatürde yer alan çalışmaların çoğunda, artan oksidatif stres ile karaciğer fibrozisi arasındaki ilişki gösterilmiştir 7-9. Lipid peroksidasyonu, lipoprotein sentezinde gerekli olan yapıları da hasara uğratarak karaciğerde lipidozise katkıda bulunur. Aşırı lipit birikimi karaciğerde işlevsel bozukluğa sebep olur, bu da siroza doğru ilerleyen değişimler ortaya çıkarır 7,8. CCl4’e bağlı karaciğer hasarının gelişim basamakları; redüktif dehalojenasyon, radikallerin kovalent bağlanması, protein sentezinin inhibisyonu, yağ birikimi, kalsiyum sekestrasyonunda kayıp, apoptozis ve fibrozis şeklin-dedir 10.
Ozon (O3), “ozein” (koku yayan) kelimesinden türetil-miş, gaz halinde bulunan ve üç oksijen atomundan oluşan bir moleküldür. O3 gazı yeryüzünden 20-50 km yükseklikte ozonosfer tabakasında bulunur ve UV dalgalarını (260-280 nm) absorbe eder. O3 yoğunluğu biyolojik denge açısından önemlidir ve ozonosferin tahrip olması güneşin zararlı UV ışınlarına maruziyeti arttırmaktadır 11. O3’nun ilk kullanımı dezenfektan ve antibakteriyel etkisi ile olmuştur. O3; virüs ve bakterileri öldürür, mikroorganizmaları ve toksinlerini oksi-de eder, pestisitleri, fenolleri, kimyasal atıkları, aromatik bileşikleri ve deterjanları etkili bir şekilde nötralize edebilir 12,13. O3 ilk olarak çoklu doymamış yağ asidi (ÇDYA) ile ve daha sonra antioksidanlar (ürik asit, askorbik asit vb), –SH grupları içeren tiyol bileşikleri (sistein gibi), redükte glutatyon ve albuminle reak-siyona girer 14. Reaksiyonlar sonucunda O3’nun hücre seviyesindeki etkileri, ROT ve lipid oksidasyon ürünleri (LOÜ) aracılığıyla olur. ROT plazmada çok süratli oluşur ve antioksidan kapasitede %5-25 kadar azalma meydana gelir, sonrasında 15-20 dakika içerisinde bu etki geri döner 15. ROT’un yarılanma süresi çok kısa olduğu için, henüz kan hastaya geri verilmeden önce ortadan kalkarak yerlerini LOÜ’ye bırakır. LOÜ daha kararlıdır. Bir kısmı idrarla ve safra ile atılırken bir kısmı da glutatyon transferaz (GSH-transferaz) ve aldehid dehidrogenaz yolağı ile metabo-lize edilir. Mikromolar konsantrasyonda geriye kalanlar ise vücutta devam eden oksidatif stresin haberci molekülleri olarak vücuda yayılırlar. Bu yayılım sonucunda vücuttaki glutatyon redüktaz (GSH-redüktaz), glutatyon peroksidaz (GSH-peroksidaz), süperoksit dismutaz ve katalaz gibi antioksidan enzim üretiminde artış olur 16. O3’nun dokularda gösterdiği etkiler; eritrositlerde glukoz 6 fosfat dehidrogenaz seviyesinde yükselme, glikolizde ve ATP miktarında artış, hücre içi pH’ta düşme, 2,3 difosfogliserat miktarında yükselme sonucu oksijen disosiasyon eğrisinde sağa kayma, dolayısıyla dokulara oksijen verilmesinde ve arteryel oksijen basıncında artış; endotel hücrelerinden nitrik oksit (NO) ve karbonmonoksit salınımında artış ve prostasiklin indüksiyonuyla vazodilatasyon gelişmesi; plateletlerde hidrojen peroksit (H2O2) artışı nedeniyle agregasyonda ve growth faktör üretiminde ve trombosit fonksiyonlarında artış, aktive olan trombositlerde bulunan büyüme faktörleri ve inflamatuar sitokinlerin (PDGF-β, TGF-β, IL-8 ve EGF) salımını ile iskemi ve ülserli hastalarda iyileşmeye olumlu etki; immün sistem hücrelerinde nötrofillerin fagositik aktivitelerinde artış, H2O2 artışı, tirozin kinaz aktivasyonuyla proinflamatuar süreci hızlandırması ve sitokin salınımını indüklemesidir 17-20. Yine H2O2 artışına bağlı inter-feronlar, interlökinler, tümör nekroz faktör, transforme edici büyüme faktör, granülosit-makrofaj koloni stimülan faktörü artışı meydana gelir. Retiküloendotelyal sistemi stimüle ederek dokuların tamir mekanizmasını destekler 13,21. O3’nun oksidatif etkisi nedeniyle doz ayarlaması çok önemlidir. Terapötik doz aralığı 10-80 μg/ml olup bu doz aralığındaki uygulamalarda herhangi bir yan etki oluşmamaktadır. Düşük dozlarda terapötik etki ortaya çıkmazken, doz aşımında güçlü bir oksidan olarak toksik etki gösterir 18. Terapötik dozda verildiğinde vücutta oluşturulan şey aslında kontrollü bir oksidatif strestir. Fizyolojik seviyede oksidatif stresin nörohumoral mekanizma ile yararlı olduğu bildirilmektedir.