Koroner arter hastalığı, gelişmiş ülkelerde en önemli ölüm sebebidir ve tüm ölüm nedenlerinin %40’ından sorumlu tutulmaktadır. Bununla birlikte hastalığın görülme sıklığı sosyo-ekonomik koşulların iyileşmesine ve yaşam süresinin uzamasına bağlı olarak da giderek artmaktadır
11.
İnflamasyonun ateroskleroz gelişiminde önemli bir rol oynadığı ve EL ile inflamasyon arasında bağlantı olduğu ileri sürülmüştür. Endotelyal hücre kültürlerinde proinflamatuvar sitokinlere karşı cevapta ve akut deneysel inflamasyon boyunca insanlarda EL ekpresyonu upregüledir12. EL’nin damar duvarına monosit adezyonunu artırdığı gösterilmiş olmasına rağmen13, HDL fosfolipidlerinden peroksizom proliferatör ile aktive olan reseptör-alpha (PPAR)-alpha üreterek endotelyal adezyon molekül ekspresyonunu azalttığı da öne sürülmüştür12. Bu yüzden, EL ekpresyonu inflamatuvar uyaranlarla upregüle edilmesine rağmen, EL’nin aktivitesi ile HDL düzeyleri ters orantılı olduğundan, EL’nin HDL metabolizmasında kendisine ait önemli antiveya pro-inflamatuvar aktivitesinin olup olmadığı açık değildir14. Plazma EL aktivitesi ile HDL düzeyleri ters orantılı olduğundan, EL’nin HDL metabolizmasında önemli bir rolü olduğu bilinmektedir15. Deneysel aterogenezde EL'nin rolünü araştıran çalışmalardan kesin sonuçlar elde edilememiş olmasına rağmen EL aktivitesi bozuk, apoE nakavt farelerde yapılan bir çalışmada aterosklerotik lezyon oluşumunun normal diyetle yaklaşık %70 oranında ve batı tarzı diyetle ise daha düşük oranda azaldığı rapor edilmiştir13. Yine EL eksikliğinde, proaterojenik çok düşük yoğunluklu lipoprotein (VLDL) ve LDL kolesterolün yanı sıra antiaterojenik HDL'nin de plazma seviyelerinin arttığının gözlenmesi de ilginçtir13. Araştırmacılar, apoE / EL nakavt farelerde ateroskleroz gelişimindeki azalmanın temel mekanizması olarak heparin sülfat proteoglikan aracılığıyla vasküler duvara monosit adezyondaki düşüşün sebep olabileceğini ileri sürmüşlerdir13. Buna karşılık, başka bir çalışmada, apoE veya LDL-reseptör nakavt EL eksprese eden veya EL eksikliği olan fareler arasında aterosklerotik lezyon büyüklüğü ve lezyon makrofaj içeriğinde herhangi bir fark saptanmamıştır16. Bizim çalışmamızda da KAH ve kontrol gruplarının EL düzeylerinde istatiksel olarak bir farkın bulunmayışı bu varsayımı doğrular niteliktedir.
IL-10, aterosklerotik plaklarda erken ve ileri evrelerde eksprese edilmekte ve plak progresyonu, rüptür ve tromboz ile ilişkili pek çok hücresel olayı inhibe etmektedir17. Hem ateroskleroz hem de akut komplikasyonlarındaki koruyucu yeri nedeniyle miyokard infarktüsü ile ilgili çalışmalarda IL-10’a olan ilgi artmıştır. Bununla birlikte IL-10, insan immün yanıtında bulunan en önemli anti-inflamatuvar sitokindir ve immünoregülatör sitokinler arasındaki dengede çok önemli bir göreve sahiptir. T helper 1 (Th 1) ve makrofajlar gibi hücreler tarafından üretilen İnterferon gama (IFN-γ), IL-2, IL-3, TNF-α gibi pro-inflamatuvar sitokinlerin sentezini inhibe eder, negatif feedback için mükemmel bir örnek sunar. Bununla birlikte, bazı T lenfositleri, mast hücreleri ve B hücrelerini sitümüle eder, IgG sekresyonunu sağlar18. Yapılan bir araştırmada transgenik farelere uygulanan aterojenik diyete karşı aterosklerotik plak gelişiminde IL-10’un koruyucu etkisinin olduğu gösterilmiştir19. Mallat ve ark.20 yaptıkları bir çalışmada aterojenik diyetle beslenmiş IL-10 eksikliği olan C57BL/6J tipi farelerde vahşi tip farelere kıyasla lipid birikiminin üç kat arttığını bildirmişlerdir.
Yapılan başka bir çalışmada ise erken ve ileri evre aterosklerotik plakta IL-10 ekspresyonunun arttığı gösterilmiştir21. Aterosklerozda anti-inflamatuvar olan IL-10 ve TGF-β’nın rolünün de incelendiği fare modellerinden pro-inflamatuvar ve anti-inflamatuvar sitokinler arasındaki dengenin aterosklerozun gelişiminde etkili olabileceği sonucu çıkarılmıştır22,23. Başka bir çalışmada da IL-10 aterom plağında gösterilmiş olup inflamatuvar mediyatörlerin azlığı ile aralarında bir işbirliği olduğu da saptanmıştır23. Çalışmamızda ise IL-10 düzeylerinin kontrol grubuna göre KAH grubunda anlamlı derecede düşük bulunuşu IL-10’un koruyucu etkisinin olduğunu destekler niteliktedir.
IL-6 inflamasyon, konak savunması ve de doku hasarı ile ilişkili geniş bir humoral ve hücresel immün etkiye sahip pleiotropik bir sitokindir24. Bazı kronik inflamatuvar durumlarda IL-6 düzeyleri değerlendirmiş olsa da, erken aterogenezdeki potansiyel rolüyle ilgili epi-demiyolojik veriler azdır24. Normal ve anevrizmal arterlerdeki vasküler endotelyal ve düz kas hücrelerinin IL-6 ürettikleri, insan aterosklerotik lezyonlarında IL- 6’nın ekprese edildiği deneysel çalışmalar ile gösterilmiştir9,25. Hem sağlıklı hem de kardiyak hasta popülasyonda IL-6’nın KAH gelişimindeki prognostik rolü bir çok çalışmada incelenmiş ve rapor edilmiştir9,26. Aterosklerotik damarlarda IL-6 mRNA’sının aterosklerotik olmayan damarlara göre 10-40 kat fazla oluşu, artmış IL-6 düzeyleri ile KAH’a yakalanma riskinin artması arasındaki ilişkinin bir göstergesidir27. Biz de çalışmamızda KAH grubunda IL-6 düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek olduğunu gözlemledik. Bu veriler baz alındığında aterosklerozun kronik inflamatuvar bir bozukluk olduğu, IL-6 düzeylerinin inflamatuvar cevap oluşturmak üzere artmış olabileceğini düşündürmektedir.
Aterosklerozu olan deneklerin kanında çok sayıda faktör ölçülmüş olmasına rağmen, sadece hsCRP, Framingham risk skoru tarafından kabul edilen ve KAH risk değerlendirmesine katkıda bulunan bir akut faz proteinidir28. Hâlihazırda koroner risk oluşumunu tahmin etmeye yönelik plazma CRP'nin değerlendirilmesiyle ilgili mevcut raporlar çelişkili olup tartışmalar da devam etmektedir.28-30. Zebrack ve ark.31 CRP ve KAH arasında zayıf bir ilişki bulunduğunu Niccoli ve ark.’ı32 da unstabil anjinalı hastalarda serum CRP ve koroner ateroskleroz arasında bir ilişki olmadığını rapor etmişlerdir. CRP'nin en üst çeyreğinde olan bireylerin, en alttaki çeyrekte olanlara kıyasla gelecekte koroner hastalığa yakalanma riskinin iki-üç kat daha fazla olmasına ilişkin genel bir fikir birliği de vardır33. Memon ve ark.34 yaptıkları çalışmada aterosklerotik inflamatuvar markerlardan olan hsCRP ve fibrinojen düzeylerinin KAH’lı hastalarda yükseldiğini gözlemlemişlerdir. Bununla birlikte bu çalışmada hsCRP’nin sadece hastalığın varlığını gösteren bir marker olmayıp aynı zamanda hastalığın kantitatif bir indikatörü olduğu sonucuna da varmışlardır. Bizim çalışmamız ise plazma hsCRP düzeylerinin yüksek olduğu çalışmalar ile uyumluluk göstermiş olup yapılan çalışmalarda farklı sonuçların bulunmasından inflamatuvar sistemin genetik değişkenlik göstermesi ve de hsCRP’nin düşük stabiliteye sahip olması sorumlu tutulabilir.
Özetle; yapılan çalışmada elde edilen bulgular, plazma inflamasyon belirteçlerinin düzeylerinde meydana gelen değişikliklerin koroner kalp hastalığının seyrinde etkili olabileceğini düşündürmektedir.